“insan, meyvanın çekirdeğini taşıması gibi
ölümü kendi içinde taşır"
Rilke
Her sabah uyanışın kendini hatırlatır, süregidiyordur her şey, sen dünle bugünün arasında bir yerde, gelecek için başladım sanırsın yeni güne. Salı veya Perşembe, öğleden sonra, kavanoz kırılır, cam dağılır, kuşlar uçar, hatırlarsın sadece…
Nadir açılan çekmecelerinde evlerin, sandıklarında ve dolap diplerinde saklı; eprimiş hayat kırıntıları, hayal kırıklıklarıyla yan yana, sinsice, yeniden hatırlanacakları günü beklerler… Yetmez unutuşun avuntu uykusu o an… Acı; zamanın hemen sürükleyip götüremediği ağrılı, ağır bir taş, hafızanın ırmağında oturur.
Hafıza ki; “ yazıldıkça silinen’ palimpsest…” * Ustalık ister parşömenin altındaki katmanları görmek. Tortusu kalan sıklıkla gülüş değildir, bilirsin… Ve çoğunluk; insan acıdan kaçar… Ve ömrünün mürekkebini emen bu palimseste kaybolsun istersin ilk yarayı açan, ilk sızı, damlayan ilk kan ve masum bakışının kaybolduğu ilk fotoğraf…
Unutmak yeltek bir tercih; en çok unutmak istediğini hatırlar durursun. Acınsa direngenliğin ve en dolaysız öğretmen . İkircikli bir sırattır yaşam.
Ve yalnız on dokuzunda mavidir olasılıklar… Tüm aidiyetlerini soyunmak istersin varlığınla birlikte, yaşamak öleceğini bilmekse de, aslı arsızca tutkudur…Ve tüm ritüelleri ömrünün, hayatta olduğunu hatırlatmak için kendine...
Büyüdükçe biteceğini zannettiğin arayış; bulanıp duruyor durmadan kurguladığın anlam…
Sonra yorulur, çekilir deniz, yaralar kurur, hatırlarsın ve sorarsın kendine:
Hayatının en korkunç anı neydi? Her şey bittiğinde ne kalacak geriye? Ölü balıklar gibi yerde yatan çoraplarımız mı, ayağımızın şeklini almış, onca zaman bizimle yolculuk etmiş ayakkabılar mı, ne? İnsandan ne kalır?
Belki bir yaz günü, Salı veya Perşembe, içeri vuran yumuşak sarı ışık, sakinliği bölen kavanoz sesi…
Sonra kuşlar uçar. Sonra sen hatırlarsın: Her şey az, hiç çoktur.
*Borges